İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri (v.1725, Bursa)’nin Rûhu’l-Beyân
adlı Arabî tefsîrinin 1.Cild 14. Sayfasında, “El-hamdu lillâhi
rabbil âlemîn” ayetini tefsîr ederken diyor ki:
Huccetü’l-İslâm İmâm Gazzâlî, “Minhâcü’l-âbidîn” adlı eserinde bu meseleyi
şöyle anlatır:
“HAMD VE ŞÜKR”, sâlikin
(Allâh yolcusunun) maksadına ulaşmak üzere geçmesi gerekli yedi basamaktan sonuncusudur. Kulu ibâdet yolunda harekete geçiren ilk şey, semâvî bir îkâz ve
ilâhî bir yardımdır. Nitekim Cenâb-ı Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şu
hadîsi ile buna işâret etmektedir:
“Kulun kalbine bir nûr gelince kalb açılır ve genişler.” Sordular: “Ya Rasûlallah bunun bilinmesini sağlayacak bir alâmeti
var mı?” Efendimiz buyurdu: “Aldanma yurdu olan dünyâdan uzaklaşıp, ebediyet
yurdu olan âhırete yönelmek ve ölüm gelmeden hazırlıklı olmak bunun
işâretidir.”
Böyle bir kulun aklına ilk gelen şey, bu kadar çok nimetin, bir
sâhibinin olduğu düşüncesidir ve kendi kendine der ki: “Bu kadar nimet
veren, benden şükür ve hizmet ister. Ben ondan gâfil olacak olursam, belki de
nimetini elimden alır ve beni cezâlandırır. Bana mu’cizelerle peygamber
gönderdi ve kendisinin her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, tâ’ate sevap,
günaha cezâ veren bir tanrı olduğunu haber verdi. Emir ve nehiylerini bildirdi.”
İnsan bu sûretle nefsinde bir korku ve endişeye kapılır ve sanata / nimetlere
bakıp, Sanatkâr’a vâsıl olmaktan başka, kendi içinde yaşadığı bu halden çıkış
yolu bulamaz. Böylece yüce sıfatlarla bezenmiş bir Rabbin varlığına yakîn hâsıl
eder. Bu hal daha yolun başında sâliki karşılayan, (1)- “İLİM VE MA’RİFET” basamağıdır. Sâlik ilk
basamağı basîretle kat’etmek için âhırete çağıran ulemayı araştırır ve onlardan
öğrenir. Bu sâyede Rabbının varlığına yakîn hâsıl edince ma’rifet onu
hizmete soyunmaya teşvik eder. Önce zâhirî ve bâtınî farzlardan kendisine
gerekli olanları öğrenir ve ibâdete yönelir. Bir de bakar ki pek çok insan gibi
kendisi de günahkârdır. Hemen kendi kendine şöyle der: “Ben nasıl tâ’ate
yönelebilirim ki, günahlarda ısrar ederek, ma’sıyete boyanmış biriyim. Önce
sıkı bir tevbe etmem ve günah kirlerinden temizlenmem gerekir ki bu sûretle
hizmete lâyık olabileyim.” İşte bu safhada onu karşılayan (2)- “TEVBE”
basamağıdır. Şartlarına ve esasına uygun bir tevbe gerçekleştirerek
sülûk yoluna giren sâlik de bâzı engeller ile karşılaşır. Bunlar onu ibâdetten
alıkoyabilir. Bu engeller umumiyetle dört ana maddede toplanır: “Dünyâ, halk,
şeytan ve nefs.” Sâlik, bunlardan geçmek için dört şeye sarılmalıdır:
(3)-
• “DÜNYADAN
TECRİD”
• “HALKTAN TEFERRÜD”
• “ŞEYTANLA MUHAREBE”
• “NEFSLE MUHAREBE”
Bunlar içinde en zoru da nefs ile savaştır; çünkü o içimizdedir.
Şeytan gibi onu bir çırpıda kahredip kurtulmak mümkün değildir. O, insanın
bineği ve âletidir. Ayrıca nefsin ibâdete yönelmeye
rızâsı ve arzusu da yoktur. Çünkü hayra zıt bir fıtratta ve hevâya uygun bir hilkattedir.
Nitekim şâir demiştir ki:
نمى
تازد اين نفس سركش جنان
كه عقلش تواندكرفتن عنان
كه بانفس وشيطان برآيد بزور
مصاف بلنكان نيايد زمور
---
Bu serkeş nefs öyle süratle koşar ki,
Akıl onun dizginini tutmaya güç yetiremez.
Kimse nefs ve şeytanla kolayca başa çıkamaz,
Karıncaların kaplanın hücûmuna ne tesiri olabilir?
Nefsi itaat altına alabilmek için, onu “takvâ” gemiyle dizginlemelidir. Takvâ ile dizginlenen nefsi,
sahibi iyi hizmetlerde kullanır ve fesâd mahallinden korur. Bu engeli de aşan sâlik kendisine karşı çıkan ve onu ibâdete
yönelmekden alıkoyan başka bir takım engeller görür. Dikkatle bakınca bunların
da dört sebebi olduğunun farkına varır:
1. Nefsin peşi sıra koştuğu ve mecburi olan rızık
2. Korku veya ümit veren, istenen veya istenmeyen, kendisinin
fesâdına mı, hayrına mı olduğunu bilemediği; ardı arkası kesilmeyen başa gelen riskli
işler
3. Her taraftan kendisini saran sıkıntı ve zorluklar; husûsiyle de
halka muhalefetin, şeytan ile muhârebenin ve nefs ile mücâdelenin zorlukları
4. Başa gelen muhtelif kazâ ve belâlar
Sâlikin bu makamda karşılaştığı zorluklardan kurtulması için şu
dört şeye ihtiyacı vardır:
(4)-
• “RIZIK İÇİN TEVEKKÜL”
• “RİSKLİ İŞLER İÇİN TEFVÎZ / ALLAHA HAVALE”
• “NEFSE MUHALEFET YOLUNDAKİ SIKINTILAR İÇİN SABIR”
• “TAKDÎRE RIZ”
Sâlik bunları da aşınca, bir de bakar ki nefsi, hayra karşı gereği
gibi alaka duymamakta ve tembellik göstermektedir. Çünkü nefs, gaflet ve
gevşekliğe meyyâl, isrâf ve fuzûliyâta düşkündür. Bu durumda sâlik nefsini tâ’ate yöneltmek için bir sevk ediciye ve
günahdan alıkoymak için de bir mücbir kuvvete ihtiyaç duyar. Onlar da (5)- “HAVF VE
REC”; korku ve ümittir. Recâ iyi amellere va’d olunan sevaplar
hakkında olur; havf da cezâyı gerektiren amellere âit ilâhî tehditlerden
kaynaklanır. Korku ve ümitle bunu atlatan kimse artık kendisini ibâdetten
uzaklaştıran bir sebeble karşılaşmadığı ve içinde ibâdete yönlendiren bir ses de
daîmâ bulunduğu için şevkle tâ’ate sarılır. Bundan sonra yine kendi kendine
mücâhedeye devam eder. Bir de bakar ki, iki âfetle karşı karşıyadır. Onlar
da, “riyâ (gösteriş) ve ucb” (ibadetini beğenme) duygusudur. Bazen ibâdeti
ile insanlara gösteriş yapar, bâzan da bu ibâdeti büyük görerek nefsine pay
çıkarır. Bunu geçmek için de (6)- “İHLAS/SADECE ALLAH İÇİN AMEL” ve “NİMETLERİ HATIRLAMAYA/ALLAHIN VERDİĞİ İMKANLAR OLMASA BİR
HİÇ OLACAĞINI HATIRLAMAYA” ihtiyaç
vardır. Kişi Allah’ın yardım ve desteği ile bu yokuşu da geçince gereği gibi
ibâdet etme hâssası hâsıl olur. Fakat yine de kendisini Hakk’ın inâyet ve
desteklerinden oluşan nimetlerine müstağrak olarak görür, şükürden gâfil
olmaktan, küfrân-ı nimete düşerek hâlis kullara âit mertebeden geri kalmaktan
korkar.
Bu basamaktan sonra artık onu en son olarak karşılayan (7)- “HAMD VE ŞÜKÜR” basamağıdır.
Hamd ve şükür çoğaltılarak bu basamak aşılabilir. Bunu aşan sâlik, arzu ve
isteğine nâil olmuştur. Artık ömrünün kalan kısmında bu güzel hâl ile dünyâda
şahsen, âhırette kalben nimetlenir durur ve günbe-gün ikramlanır. Dünyâ ona
çirkin gelir. Mele-i A’lâ’ya olan aşkı artar. Bir de bakar ki, âlemlerin
Rabbinın elçisi karşısındadır. Ve onu Rabbi katından rızâ ile müjdelemektedir.
Onu güzellikle ve kâmil bir insan olarak bu fânî dünyâdan ilâhî huzûra
naklederler. Onun makamı cennet bahçeleridir. O, bu nimetleri kendi âciz
nefsi için büyük bir nimet ve mülk olarak görür. Şeyh Sa’dî (kuddise sirruhu)
der ki:
عروسى
يود نوبت ما تمت
كرت نيك روزى بودخاتمت
---
Senin mâtemin; yâni ölümün, düğün gecen olur,
Eğer sonun iyi ve hüsn-i hâtime ise.
Hüsrev de vefatı sırasında şunları söylemişti:
زدنيا
ميرود خسر وبزيرلب همى كويد
دلم بكرفت ازغربت تمناى وطن دارم
---
Pâdişah dünyâdan gider, dudaklarından şunlar dökülür:
Gönlüm gurbetten asıl vatanıma doğru gitmeyi arzuluyor.