Monday, May 16, 2022

Allâh’a Visâlin 7 Basamağı (Rûhu’l-Beyân’dan)

 







İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri (v.1725, Bursa)’nin Rûhu’l-Beyân adlı Arabî tefsîrinin 1.Cild 14. Sayfasında, “El-hamdu lillâhi rabbil âlemîn” ayetini tefsîr ederken diyor ki:

 

Huccetü’l-İslâm İmâm Gazzâlî, “Minhâcü’l-âbidîn” adlı eserinde bu meseleyi şöyle anlatır:

 

“HAMD VE ŞÜKR”, sâlikin (Allâh yolcusunun) maksadına ulaşmak üzere geçmesi gerekli yedi basamaktan sonuncusudur. Kulu ibâdet yolunda harekete geçiren ilk şey, semâvî bir îkâz ve ilâhî bir yardımdır. Nitekim Cenâb-ı Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadîsi ile buna işâret etmektedir:

“Kulun kalbine bir nûr gelince kalb açılır ve genişler.” Sordular: “Ya Rasûlallah bunun bilinmesini sağlayacak bir alâmeti var mı?” Efendimiz buyurdu: “Aldanma yurdu olan dünyâdan uzaklaşıp, ebediyet yurdu olan âhırete yönelmek ve ölüm gelmeden hazırlıklı olmak bunun işâretidir.”

Böyle bir kulun aklına ilk gelen şey, bu kadar çok nimetin, bir sâhibinin olduğu düşüncesidir ve kendi kendine der ki: “Bu kadar nimet veren, benden şükür ve hizmet ister. Ben ondan gâfil olacak olursam, belki de nimetini elimden alır ve beni cezâlandırır. Bana mu’cizelerle peygamber gönderdi ve kendisinin her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, tâ’ate sevap, günaha cezâ veren bir tanrı olduğunu haber verdi. Emir ve nehiylerini bildirdi.” İnsan bu sûretle nefsinde bir korku ve endişeye kapılır ve sanata / nimetlere bakıp, Sanatkâr’a vâsıl olmaktan başka, kendi içinde yaşadığı bu halden çıkış yolu bulamaz. Böylece yüce sıfatlarla bezenmiş bir Rabbin varlığına yakîn hâsıl eder. Bu hal daha yolun başında sâliki karşılayan, (1)- “İLİM VE MA’RİFET” basamağıdır. Sâlik ilk basamağı basîretle kat’etmek için âhırete çağıran ulemayı araştırır ve onlardan öğrenir. Bu sâyede Rabbının varlığına yakîn hâsıl edince ma’rifet onu hizmete soyunmaya teşvik eder. Önce zâhirî ve bâtınî farzlardan kendisine gerekli olanları öğrenir ve ibâdete yönelir. Bir de bakar ki pek çok insan gibi kendisi de günahkârdır. Hemen kendi kendine şöyle der: “Ben nasıl tâ’ate yönelebilirim ki, günahlarda ısrar ederek, ma’sıyete boyanmış biriyim. Önce sıkı bir tevbe etmem ve günah kirlerinden temizlenmem gerekir ki bu sûretle hizmete lâyık olabileyim.” İşte bu safhada onu karşılayan (2)- “TEVBE” basamağıdır. Şartlarına ve esasına uygun bir tevbe gerçekleştirerek sülûk yoluna giren sâlik de bâzı engeller ile karşılaşır. Bunlar onu ibâdetten alıkoyabilir. Bu engeller umumiyetle dört ana maddede toplanır: “Dünyâ, halk, şeytan ve nefs.” Sâlik, bunlardan geçmek için dört şeye sarılmalıdır:

(3)-

“DÜNYADAN TECRİD”
• “HALKTAN TEFERRÜD”
• “ŞEYTANLA MUHAREBE”
• “NEFSLE MUHAREBE”

 

Bunlar içinde en zoru da nefs ile savaştır; çünkü o içimizdedir. Şeytan gibi onu bir çırpıda kahredip kurtulmak mümkün değildir. O, insanın bineği ve âletidir. Ayrıca nefsin ibâdete yönelmeye rızâsı ve arzusu da yoktur. Çünkü hayra zıt bir fıtratta ve hevâya uygun bir hilkattedir. Nitekim şâir demiştir ki:

نمى تازد اين نفس سركش جنان
 
كه عقلش تواندكرفتن عنان

كه بانفس وشيطان برآيد بزور
 
مصاف بلنكان نيايد زمور

---

Bu serkeş nefs öyle süratle koşar ki,
Akıl onun dizginini tutmaya güç yetiremez.

Kimse nefs ve şeytanla kolayca başa çıkamaz,
Karıncaların kaplanın hücûmuna ne tesiri olabilir?

 

Nefsi itaat altına alabilmek için, onu “takvâ” gemiyle dizginlemelidir. Takvâ ile dizginlenen nefsi, sahibi iyi hizmetlerde kullanır ve fesâd mahallinden korur. Bu engeli de aşan sâlik kendisine karşı çıkan ve onu ibâdete yönelmekden alıkoyan başka bir takım engeller görür. Dikkatle bakınca bunların da dört sebebi olduğunun farkına varır:

1. Nefsin peşi sıra koştuğu ve mecburi olan rızık

2. Korku veya ümit veren, istenen veya istenmeyen, kendisinin fesâdına mı, hayrına mı olduğunu bilemediği; ardı arkası kesilmeyen başa gelen riskli işler

3. Her taraftan kendisini saran sıkıntı ve zorluklar; husûsiyle de halka muhalefetin, şeytan ile muhârebenin ve nefs ile mücâdelenin zorlukları

4. Başa gelen muhtelif kazâ ve belâlar

 

Sâlikin bu makamda karşılaştığı zorluklardan kurtulması için şu dört şeye ihtiyacı vardır:

(4)-

“RIZIK İÇİN TEVEKKÜL”

“RİSKLİ İŞLER İÇİN TEFVÎZ / ALLAHA HAVALE”

“NEFSE MUHALEFET YOLUNDAKİ SIKINTILAR İÇİN SABIR”

“TAKDÎRE RIZ”

 

Sâlik bunları da aşınca, bir de bakar ki nefsi, hayra karşı gereği gibi alaka duymamakta ve tembellik göstermektedir. Çünkü nefs, gaflet ve gevşekliğe meyyâl, isrâf ve fuzûliyâta düşkündür. Bu durumda sâlik nefsini tâ’ate yöneltmek için bir sevk ediciye ve günahdan alıkoymak için de bir mücbir kuvvete ihtiyaç duyar. Onlar da (5)- “HAVF VE REC”; korku ve ümittir. Recâ iyi amellere va’d olunan sevaplar hakkında olur; havf da cezâyı gerektiren amellere âit ilâhî tehditlerden kaynaklanır. Korku ve ümitle bunu atlatan kimse artık kendisini ibâdetten uzaklaştıran bir sebeble karşılaşmadığı ve içinde ibâdete yönlendiren bir ses de daîmâ bulunduğu için şevkle tâ’ate sarılır. Bundan sonra yine kendi kendine mücâhedeye devam eder. Bir de bakar ki, iki âfetle karşı karşıyadır. Onlar da, “riyâ (gösteriş) ve ucb” (ibadetini beğenme) duygusudur. Bazen ibâdeti ile insanlara gösteriş yapar, bâzan da bu ibâdeti büyük görerek nefsine pay çıkarır. Bunu geçmek için de (6)- “İHLAS/SADECE ALLAH İÇİN AMEL” ve “NİMETLERİ HATIRLAMAYA/ALLAHIN VERDİĞİ İMKANLAR OLMASA BİR HİÇ OLACAĞINI HATIRLAMAYA” ihtiyaç vardır. Kişi Allah’ın yardım ve desteği ile bu yokuşu da geçince gereği gibi ibâdet etme hâssası hâsıl olur. Fakat yine de kendisini Hakk’ın inâyet ve desteklerinden oluşan nimetlerine müstağrak olarak görür, şükürden gâfil olmaktan, küfrân-ı nimete düşerek hâlis kullara âit mertebeden geri kalmaktan korkar.

Bu basamaktan sonra artık onu en son olarak karşılayan (7)- “HAMD VE ŞÜKÜR” basamağıdır. Hamd ve şükür çoğaltılarak bu basamak aşılabilir. Bunu aşan sâlik, arzu ve isteğine nâil olmuştur. Artık ömrünün kalan kısmında bu güzel hâl ile dünyâda şahsen, âhırette kalben nimetlenir durur ve günbe-gün ikramlanır. Dünyâ ona çirkin gelir. Mele-i A’lâ’ya olan aşkı artar. Bir de bakar ki, âlemlerin Rabbinın elçisi karşısındadır. Ve onu Rabbi katından rızâ ile müjdelemektedir. Onu güzellikle ve kâmil bir insan olarak bu fânî dünyâdan ilâhî huzûra naklederler. Onun makamı cennet bahçeleridir. O, bu nimetleri kendi âciz nefsi için büyük bir nimet ve mülk olarak görür. Şeyh Sa’dî (kuddise sirruhu) der ki:

عروسى يود نوبت ما تمت
 كرت نيك روزى بودخاتمت

---

Senin mâtemin; yâni ölümün, düğün gecen olur,
Eğer sonun iyi ve hüsn-i hâtime ise.

 

Hüsrev de vefatı sırasında şunları söylemişti:

زدنيا ميرود خسر وبزيرلب همى كويد
 دلم بكرفت ازغربت تمناى وطن دارم

---

Pâdişah dünyâdan gider, dudaklarından şunlar dökülür:
Gönlüm gurbetten asıl vatanıma doğru gitmeyi arzuluyor.










Monday, May 9, 2022

Rûhu’l-Beyândan İbretlik Bir Paragraf

 




“Rab” kelimesi, terbiye/yetiştirme ve ıslâh manasınadır. Alemlerin varlıklarını devam ettirebilmeleri için lazım olan gıdalar ve sâir ihtiyâcâtı temin eden ve insan için ise zâhirini yani nefsini nimetlerle, bâtınını yani kalbini rahmetle, âbidlerin nefslerini şeriatin hükümleriyle, âşıkların kalplerini tarikatin edepleriyle, sevgililerin sırlarını ise hakikatin nurları ile terbiye eder / yetiştirir. Ve insana tavırlarında ve azalarında kuvvetli feyz nurlarını yerleştirir. O ne kadar yücedir ki, kemik parçası ile işittirir, yağ parçası ile gördürür, et parçası ile konuşturur. Başka bir tertîb ile de bitkilerin tanelerinden ve meyvelerinden, hayvanların etlerinden ve yağlarından insanın gıdasını temin eder. Yer yüzünün ağaçları ve nehirleri ile, gökyüzünün yıldızları ve ışıkları ile ve senin dinlenme zamanın olan gecede haşarata ve muzırrâta sükûnet vererek seni terbiye etmekte / ayakta tutmaktadır. Ve onun fazlından ve ihsanından aramanın vakti olan gündüzde imkanlar verir ve seni korur. Seni, senden başka bir kulu yokmuş gibi terbiye edip seni ayakta tutmaktadır. Sen ise ona kulluk yapmıyorsun yada sanki ondan başka rabbin varmış gibi ona kulluk yapıyorsun!

Tefsîr-i Rûhu’l-Beyân I.Cild sf.16, İsmail Hakkî Bursevî kuddise sirruh




Sunday, May 8, 2022

Kâşgarî Dergâhı’nın Hikayesi


İstanbul Eyüp Sultan’da İdris-i Bitlisî tepesinde (Pierre Loti de diyenler vardır) gözlerden ırak, mezarlar arasında 277 yaşında bir tekke vardır. Bu tekke, devletin muhtelif kademelerinde vazîfe icrâ ederken bir hac ziyaretinde Mekke-i Mükerreme’de, Muhammed Ma‘sûm Fârûkî Hazretleri’nin (v.1668) halîfesi, Ahmed Yekdest Cüryânî (v. 1707) hazretlerine intisâb eden Murtazâ Efendi (v.1747) tarafından bir Nakşî tekkesi olarak 1745 senesinde inşa ve vakfedilmiştir. Murtazâ Efendi, tekkenin vakfiye metninde şunları söyler:

“Medîne-i Eyyûb el-Ensârî’de binâ ve ihyâ eylediğim zâviye, latîfe-i Nakşibendiyye fukarâsına meşrûta ve meşâyih-i Nakşibendiyye’den bir kimse şeyh olup, yevmî on akçe meşîhat vazîfesine mutasarrıf olup, binâ olunan beş bâb odanın birinde sâkin ola. Şeyh olan kimse fevt oldukda, meşâyih-i Nakşibendiyye’nin münâsib gördükleri bir kâmil-i tarîk ve okur-yazar, mezheb-i Hanefiyye’den bir ehl-i takvâ kimse, mütevellî arzı ile şeyh ta‘yîn oluna.” 

 


Murtazâ Efendi’nin Tekkenin Hazîresindeki Kabri Murtazâ Efendi’nin Kabir Taşındaki Yazı

Murtazâ Efendi’nin 1747’deki irtihâlinden sonra, o sıralar Türkistan’dan gelip La‘lîzâde Abdülbâkî Efendi’nin yaptırdığı Kalenderhâne tekkesinde ikâmet eden Şeyh Abdullâh Kâşgarî Hazretleri (v.1760), Murtazâ Efendi’nin tekkesinin ilk şeyhi olarak vazîfeye başladı ve 13 sene şeyhlik yaptı.

Kendisi, Ubeydullâh-ı Ahrâr Hazretleri’nin halîfesi Mevlânâ Muhammed Kâdî tarîkiyle Mevlânâ Azhar Kâşgarî’nin halîfesidir. 17 yaşında bu zâta intisab etti, bir kaç yıl sonra hocasının da izniyle 40 sene çeşitli İslam şehirlerini gezerek oralardaki evliya ve ulemâ ile ihtilât eyledi. En son olarak İstanbul’a geldi. Murtaza Efendi Dergâhı’nın bir ismi de bundan sonra, bu zât ve neslinden kimselerin uzun yıllar bu tekkede şeyhlik yapması hasebiyle “Kâşgarî Dergâhı” oldu. Hatta Dergâhın Hüsam Efendi sokağı tarafındaki kapısının üstünde o yıllardan kalma çok güzel bir levha vardır ⤵️

Levhada şunlar yazar: Tarîkat-i Aliyye-i Nakşibendiyyeden Kâşgarî Dergâh-ı Şerîfi


Abdullah Kâşgarî Hazretleri’nin Tekkeye Şeyh Ta‘yîni Evrakı, BOA-Cevdet Evkâf Nr.4520

Abdullah Kâşgarî Hazretleri’nin “Risâle-i Hakkıyye” adlı Farsça eseri, Simurg kitabevi tarafından Dr. Güller Nuhoğlu’nun tezi olarak neşredilmiştir. Bu kitapta Abdullah Kâşgarî Hazretleri tasavvufun gâyesi, Nakşibendiyye tarîkatinin âdâbı ve kısaca kendi hayatından bahsetmektedir. “Risâle-i Hakkıyye”den iki iktibâs:

“Bu yüce yolun ilk şartı tevbe ettikten sonra kâmil ve mükemmil bir şeyhe teslîmiyyettir. Daha sonra Hakk’ı arayanlar için Peygamberin getirdiği dîne tâbi‘ olmak, bid‘at ehlinin sohbetinden, şüpheli lokmadan sakınmak, az yemek, az uyumak, az konuşmak ve zikre ber-devâm olmak lâzımdır.”

“Nefs-i emmâre demire benzer. Açlık ateşinde eritilir, fakr dükkanında parlatılır ve uykusuzluk halvethânesine hapsedilir. “Lâ ilâhe illallâh” kılıcıyla nefsin başı kesilir. Ondan sonra Hak’tan başkası gönülde kalmaz. O zaman demir, aynalaşır, Allah’ın cemâlinin nûru parlar, gönül gözü tamâmen açılır ve Allah’ın cemâl nûrunu gönül gözüyle görür.”

Abdullah Kâşgarî Hazretleri’nin Risâle-i Hakkıyye Nâm Eseri

Abdullah Kâşgarî Hazretlerinin 1760 senesindeki vefâtından sonra, oğlu ve halîfesi Ubeydullah Kâşgarî Hazretleri dergâhın post-nişîni oldu. Kendisi de 10 sene müddetle bu vazîfeyi şerîfeyi deruhte etti. Sonra 1770 sene-i mîlâdiyyesinde dâr-i cinâna azm eyledi ve peder-i âlîlerinin yanına defn olundu.


Abdullah ve Ubeydullah Kâşgarî hazerâtının dergahın bahçesindeki türbesinin içi

Abdullah Kâşgarî Hazretleri’nden sonra, Süleymâniye Medresesi’nde müderrislik de yapmış ve sonraları Abdullâh Kâşgarî Hazretleri’ne intisâb etmiş olan Îsâ Geylânî Hazretleri, 1791 senesindeki vefâtına kadar 21 sene müddetle dergâhın şeyhlik vazifesini üstlendi.

Zamânının hürmet edilen, güzîde şahsiyetlerden biri olan Şeyh Îsâ Geylânî Hazretleri’ni Sultan III. Mustafa (1757-1774) ve oğlu Sultan III. Selim Han (1789-1807), ara sıra tekkeye onu ziyâret etmek için gelirlerdi. Şeyh Îsâ Geylânî Hazretleri’nin 1791’de 90 yaşında vefâtında Sultan III. Selîm Han çok müteessir oldu. Kabr-i şerîfinin üstüne merdivenle çıkılan, binası kârgîrden ve ahşap saçaklı bir türbe yaptırdı.

 

 


Şeyh Îsâ Geylânî Hazretleri’nin Türbesi Şeyh Îsâ Geylânî Hazretleri’nin Türbe Kitâbesi Îsâ Geylânî Hazretleri’nin Türbe Kitâbesi Latinizesi

Şeyh Îsâ Geylânî Hazretlerinin irtihâlinden sonra, Abdullah Kâşgarî Hazretleri’nin dâmâdı Şeyh Çelebi Mehmed Efendi (v.1793) dergâha post-nişîn oldu ve 2 sene sonra 63 yaşında o da dâr-ı bekâya irtihâl eyledi. Kabri dergâhın hazîresindedir.

Ondan sonra yine Abdullah Kâşgarî talebelerinden Hâce İsmâîl Efendi (v. 1797), dergâhın 5.şeyhi olarak 4 sene vazife yaptı. Hâce İsmâîl Efendi ve dervişlerinin 1796 senesinde Topkapı Sarayı’ndaki Ağalar Mescidi’nde hatm-i hâcegân âyîni yaptıkları, pâdişâha duâlar ettikleri menkûldur. Akabinde Sultan III.Selîm Hân da Şeyh Efendiye hil‘at ve dervişâna da atiyyeler bahş etmiştir. Kabr-i şerîfleri dergâha girilen kapının sağ tarafındaki küçük hazîrededir.

Vefât-ı Şeyh Hâce İsmâîl Efendi’den sonra, dergâhın meşîhati Hâce İsmâîl Efendi’nin 21 yaşındaki oğlu ve dergahın ilk Şeyhi Abdullah Kâşgarî Hazretleri’nin de kızından torunu olan Abdullah Efendi’ye (v.1798) naklolundu. Kendisi 14 ay mümted ber-hayât olup, 22 yaşında bu âlem-i fânîden âlem-i bâkîye sefer eyledi.

Vefât-i Şeyh Abdullâh Efendi’den sonra, dergâhın meşîhati, merhûm ve mağfûr Îsâ Geylânî Hazretleri’nin mahdûmu Hâce Lütfullah Efendiye (v.1805) intikâl etti. 1801 senesinde, şeyhlik vazîfesine münâfî bir hâl ile ithâm edilerek şeyhlikten çıkarıldı ve dergah, bundan sonra 3 sene müddetle vekâletle idâre edildi. Lütfullah Efendi 1805’te vefat ettikten sonra cenâzesi babası Îsâ Geylânî Hazretlerinin türbesinin arkasındaki hazîreye defnolundu.

1805 senesinde dergâhın 8. şeyhi olarak ezkadîm 22 yaşında iken vefat eden Abdullah Efendi’nin kardeşi, ve dergâhın ilk şeyhi Abdullah Kâşgarî Hazretleri’nin kızından torunu olan Mehmed Eşref Efendi (v.1841) 14 yaşında iken ta‘yîn olundu. Fakat o zaman yaşı küçük olduğundan ilk yıllarında Hüdâverdi Efendi ona vekâlet etti. Şeyh Mehmed Eşref Efendi 1841 senesindeki vefâtına kadar 36 sene müddetle dergâhın meşîhatinde bulundu.

Ondan sonra dergâhın şeyhliğine Mehmed Eşref Efendi’nin oğlu Mehmed Âşir Efendi (v.1902) getirildi. Kendisi aynı zamanda Meclis-i Meşâyıh azâsı olması hasebiyle dergâhın ehemmiyeti de bir nebze artmıştır. Kabri, Eyüp Kalenderhâne tekkesi hazîresinde La‘lîzâde Abdülbâkî Efendi’nin kabri yanındadır.

Dergâhın bundan sonra meşîhatine Bahaeddîn Efendi (v.1918) ta‘yîn olundu ise de kendisi tekkenin vakıf şartlarına münâfî görülen ahvâlden ötürü Sinop’a sürüldü. Daha sonra affedilen Bahaeddin Efendi İstanbul’a geri dönmüştür.


Kâşgarî Dergâhı Hazîresi

Nihâyet 1919 senesine gelindiğinde, 4 sene evvel memleketi Van’dan düşman tasallutu sebebiyle ailesi ile hicret etmek mecburiyetinde kalan ve Musul-Adana-Eskişehir’de farklı müddetler ikamet ettikten sonra en son olarak İstanbul’a muhâciren gelen Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri (v.1943), kısa bir müddet Eyüp Sultan’da Ebussuud Efendi medresesinde ikâmet ettirildikten sonra Kâşgarî Dergâhının münhal olan meşîhatine Sultan Vahîdeddîn Hân tarafından ta‘yîn edilmiştir.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri, 1860 senesinde Van’ın Başkale kazâsında tevellüd etmiştir. Kıymetli bir ulemâ ailesinden gelmektedir. Tarîkatte pîri Seyyid Fehîm Arvâsî Hazretleri’dir (v.1896). Kendisi 1915 senesine kadar ailesinden gelen vâridâtı, kurduğu medresedeki talebelerin her türlü ihtiyaçlarına sarfederek İslâmiyete ve millete büyük hizmetler etmiştir. 1915’te vuku bulan Ermeni işgalinden sonra memleketinden hicret ederek 1919’da İstanbul’a gelmiştir. Kendisinin kısa bir târihçe-i hayâtı için Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin şu videosunun seyredilmesi şâyân-ı tavsiyemizdir: https://www.youtube.com/watch?v=oPqTy1iZ5X4

Yine Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin “Hayat ve Hatıralarıyla Seyyid Abdülhakîm Arvâsî” isimli kitabı, Abdülhakîm Efendi’nin hayâtı-sohbetleri ve Kâşgarî Dergâhı hakkında etraflı ma‘lûmâtı hâvî çok kıymetli bir eserdir: https://www.arisanat.com/seyyid-abdulhakim-arvasi—prof.-dr.-ekrem-bugra-ekinci-9786055021603

Seyyid Abdülhakim Arvâsî Hazretleri Kâşgarî Dergâhında

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri, 1943 senesine kadar bu dergâhta ailesiyle beraber yaşamış ve etrafında entelektüel çevreden kendisini seven bir çok zat toplanmıştır. Bunlardan en meşhuru, son devirde insanları reformist propagandalardan muhafaza etmek için ve dîn-i mübîn-i İslâm’ın doğru i‘tikâdını neşr etmek için bir çok eser te’lîf eden Hüseyin Hilmi Işık Efendi (v.2001)’dir. Kendisi, yazmış olduğu Tam İlmihal Se‘âdet-i Ebediyye adlı eserinde, Abdülhakîm Efendi ile tanışmasını ve sohbetlerinde duyduğu hazzı şu şekilde anlatıyor:

“…..(Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmakdan koru!) diye yalvardım. Allahü teâlâ, bu ma’sûm ve hâlis düâmı kabûl buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilm deryâsı Abdülhakîm Efendi, önce rü’yâda, sonra câmi’de [Bayezid Camiinde] karşıma çıkdı. Beni, cezb etdi. Eczâcı mektebinde talebe iken, Bâyezîd câmi’i şerîfinde va’zlarına, sonra evine gitdim. Bana acıdı. Sarf, nahv, mantık, fıkh öğretdi. Çok kitâb okutdu. Fransızca Maten gazetesine de abone etdirdi. Arabî ve fârisî öğretdi. (Emâlî kasîdesi)ni, (Hâlid-i Bağdâdî dîvânı)nın bir kısmını ezberletdi. Sohbetleri o kadar tatlı, o kadar fâideli idi ki, çok def’a, sabâhdan gece yarısına kadar yanından ayrılmazdım. Şimdi, o sohbetleri hâtırladığım ânlar, hayâtımın en zevkli dakîkaları olmakdadır.” (S.E. sf.4)


Abdülhakîm Efendi Zamanında Kâşgarî Dergâhı’nın Girişi -1942-

Abdülhakim Efendi, bu müddet boyunca önce Yavuz Sultan Selim Cami yakınındaki Medresetü’l-Mütehassısîn’de tasavvuf kürsîsi hocalığında bulunmuş, medreselerin lağvından sonra çeşitli İstanbul camilerinde tefsir dersleri ve çeşitli vaazlar yapmıştır. Bu cami derslerinin en uzun müddetle ve en sık olanı Bayezid Camisi’ndedir. 1919 senesinde Fatiha-i şerîfeden başlayıp 1937 senesinde Sûre-i Nâs ile toplam 3 farklı tefsîrden yararlanarak bütün Kur’ân-ı Kerîmin tefsîrini okutmaya muvaffak olmuştur.


Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri yıllarca bu maksûrede insanlara va‘z u nasîhat eyledi

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri vaazı olmadığı cuma günleri Kâşgarî Camii’nde cuma namazı kıldırırdı. Diyanet İşlerinin 1927’deki talimatıyla hutbelerin Türkçe okunması mecbur edildiği için, hutbeden evvel minberde “Bugünkü hutbemiz şöyledir” diye Türkçe bazı nasihatlerde bulunurdu. Sonra asıl Arapça hutbeyi okurdu. Türkçe ifadeleri Arapça hutbeye karıştırmazdı. Seyyid Abdülhakim Arvâsî Hazretleri’nin Kâşgarî Camii minberinde îrâd ettikleri bir Türkçe hitâbe metni şu şekildedir:

 


Abdülhakîm Efendi’nin Bir Türkçe Hutbesi, Sevenlerinden Hattat Safî Bey’in El Yazılarıyla Ekrem Buğra Ekinci’nin Abdülhakîm Arvâsî Kitabından, Alâkalı Hutbenin Latinizesi

 

Devâmı


Kâşgarî Dergâhı’nde Şeyhin Evinin Bahçesi -2021 Aralık- 

 


Abdülhakîm Efendi Aynı Bahçede -Eylül 1939-

 

 

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri hakkında yazılmış bir şiir:

Menba-ı feyz u me‘ânî meclis-i Şeyh Hakîm
Menzil-i kurb-i ilâhî sohbet-i pîr-i Hakîm
Melce-i bîçâregândır derde dermândır Hakîm
Ma‘den-i irfân nûr-i subhân sırr-ı Kur’ândır Hakîm

Secdegâh-ı sâlikândır pîr-i pîrândır Hakîm
Âşinâ-yi perde-i esrâr a‘yândır Hakîm
Kıblegâh-ı sâfiyândır lutf-i Yezdândır Hakîm
Nâşir-i bûy-i Muhammed bir gülistândır Hakîm

 

 

Kâşgarî Dergâhı Şeyhleri Listesi:

 

Eyüp Sultan Camii Kitabesi

  Zehî münkâd-ı emr-i Girdigâr u zıll-i Rabbânî Ser-firâz-ı cihândârân u asrın şâh-ı devrânı Menâr-ı nûr-ı şân Sultân Selîm Hân-ı bülend-ikb...